Skip to content Skip to footer

Oğuz Kayır & Senay Arslan/Deneme

Canberk Noyan Harmancı / Pozitif Yaşam Derneği Yönetim Kurulu Üyesi / Röportaj

Yüzyıllardır beden üzerinde kurulan çeşitli tahakküm mekanizmaları ile toplumda bir korku kültürü oluşturulmuştur. Bu tahakküm ilişkisi özellikle insan cinselliği üzerinden inşa edilmekle birlikte çeşitli söylemlerle desteklenmektedir. Cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar hakkında toplumda hakim olan belirli önyargıların ve korku senaryolarının direkt olarak bu tahakkümle ilişkisini kurmak bugün bizler için mümkün görünüyor.  Tıpkı ortaçağda vebanın milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet vermesi ve yol açtığı kolektif histeri hali gibi 20. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan HIV/AIDS krizi de benzer bir etkiye yol açmıştır. Bu durum, 80’lerde ortaya çıkan HIV/AIDS hakkında günümüze kadar gelen büyük bir bilgisizliğe ve şehir efsanelerinin ortaya çıkmasına öncül olmuştur. Bilinmeyenin yarattığı histeri hali, korkunun toplumun çeşitli katmanlarına kadar sirayet etmesine neden olmuş iktidarların söylemleriyle de HIV/AIDS “eşcinsel kanseri” olarak damgalanmıştır. Söz konusu söylemler, medyadaki ayrımcı, dışlayıcı, ahlakçı temsiller ise bu korku kültürünü körükleyen başat faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.


STK’lar sayesinde giderek HIV tartışmalarının görünür hale geldiği bu günlerde ise her türlü ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı örgütlenilmektedir. İnsanlar, bedenleri üzerinden yürütülen politikalara dair daha fazla farkındalık kazanıp güç dengelerini sorgulamaya başlar hale gelmiştir. Bu noktada bizler, 21. yüzyılda yaşayan insanlar olarak nerede konumlandığımızı anlamak ve çözümlemek için mücadele veriyoruz. Toplumsal yapının neresinde olduğumuzu ve bedenlerimiz üzerinden bir tahakküm kurulup kurulmadığının sorgulamasını yaparken buluyoruz kendimizi.  Günümüz HIV tartışmalarını da göz önünde bulundurarak korku kültürünün zemininde filizlenen ayrımcı söylemlere karşı yeni bir diskurun inşasının mümkün olup olmadığını tartışıyoruz.


Toplumsal düzlemdeki normlar, yargılar ve değerler yüzyıllardır süregelen bir korku kültürünü körüklemektedir. Bu korku kültürünü oluşturan mekanizmalar çeşitlilik göstermekle birlikte otorite figürlerinin söylemleri, dominant rejimler, yasalar ve iletişim mecraları bu kültürün inşasında kullanılan araçlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda cinsel yolla bulaşan enfeksiyonları iktidarların kurduğu beden politikaları üzerinden incelemek bizler için mümkün hale gelmektedir. Örneğin ortaçağlarda ortaya çıkan Frenginin ilk başlarda İtalyanlar tarafından “Fransız hastalığı”, Fransızlar tarafından “Napoliten hastalığı” veya Ruslar tarafından “Leh hastalığı” olarak adlandırmaları, toplumda inşa edilen korku kültürünün ve beden üzerinden kurulan tahakkümün bir yansıması olarak okunabilir (Samuel, 2017). 16. yüzyılda Dr. Girolamo Fracostoro tarafından resmi olarak adı konulmadan önce, çoğu iktidar frengiyi hali hazırda çatışma içinde olduğu düşmanlarının hastalığı olarak damgalamıştır.

Senay-ve-Oğuz-Metin-4-başlık-görseli

İnsan bedeni iktidarın ideal ve amaçlarının nesnesi olarak kullanılan, dönüştürülen ve kontrol edilen bir mekanizma haline gelmiştir. Dönemden döneme anlam ve biçim bakımından farklılık görülse de bedenin kontrolü iktidarın toplum üzerinde kullandığı en etkin kontrol mekanizmalarından bir tanesi olmuştur. İktidarların beden üzerinden ürettiği korku kültürü 20. yüzyılda ortaya çıkan HIV/AIDS krizinde de varlığını yoğun bir şekilde hissettirmiştir. 19. yüzyıl rahiplerinin oğlan çocuklarına mastürbasyon yaparlarsa kör olacaklarını söyleyerek korku salmaları gibi 1980’lerde HIV/AIDS krizi patlak verdiğinde muhafazakâr politikacılar tarafından HIV meselesine karşı ahlakçı bir tutum sergilenerek püriten değerlere geri dönme çağrısı yapılmıştır (Furedi, 1997). Cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlardan etkilenmiş milyonlarca insan da bu ahlakçı söylemler yüzünden toplum içerisinde ayrımcılığa maruz kalmışlardır. Bedenler ve cinsellik üzerinde kurulan bu tahakküm, HIV/AIDS hastalarının ilaca ulaşmalarının ve tedavi görmelerinin önünü tıkamış ve milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet vermiştir.

Toplumsal Düzlemde Damgalama

Foucault verdiği derslerden birinde ‘’beden, biyopolitik bir gerçeklik; tıp biyopolitik bir stratejidir’’ demiştir (Foucault, 2001). Onun bu söylemini iktidarın kendi söylemlerini inşa etmek için insan bedeni üzerinden stratejiler üreterek kendi normlarını desteklemesine ve norm dışı kalan ‘ötekiyi’ damgalayarak bir iktidar sürdürme çabası olarak okumak mümkündür (Arpacı, 2016). Toplumsal bağlamda damgalama, norm dışı görülen hareket ve ideolojileri ifşa ederek toplum dışına iter ve bir nevi onları işaretleyerek  söz konusu damgalamanın sınırları dışına çıkılmasını engelleyebilir (Goffman, 2014). Ele aldığımız üzere bu damgalanma cinsel enfeksiyonlar bağlamında düşünüldüğünde karşılaştığımız manzara da bizi benzer bir sonuca götürmekte. İktidarın inşa ettiği ve kendi normları üzerine oturttuğu korku kültürünü destekleyen tüm söylemler, bireylerin yaşayış ve kendini ifade ediş biçiminlerini baskı altına almış, daha kötüsü damgalayarak toplum dışına itmiştir. İktidarın oluşturduğu baskın söylem kimi zaman bilimsel gerçekleri ekarte ederken kimi zaman da insan bedenlerini kontrol altına alarak kendi doğrularını oluşturmuş ve şehir efsaneleri üretmiştir. Bu bağlamda belli gruplara dahil olan her birey damgalanma ve dışlanma tehlikesi altındadır.

Modernleşen dünya ile bastırılan cinsel özgürlük, “queer mücadele” gibi anti-normların ses vermeye başlaması ile beden, cinsellik üzerinden korkulan ve normlara itaat etmek zorunda bırakılan bir araca dönüşmüştür. Toplum bir şekilde kendine ters düşeni bastırmanın yolunu bulmuş ve bunu toplumsal bir korku kültürü inşa ederek gerçekleştirmiştir. Bu korku kültürünün etkili ve caydırıcı araçlarından biri de cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar olmuştur. Cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar bireylerin özgürce ve baskı altında kalmadan yaşamayı arzuladıkları cinsel hayatı büyük oranda sekteye uğratmaktadır. Küçük yaşlardan itibaren çeşitli efsaneler ve senaryolar ile adım adım inşa edilen bu korku ve önyargı büyük çoğunlukla ataerkil toplumda azınlık olarak kalan kadın ve LGBTI+ bireyleri etkisi altına almıştır.  Bu bağlamda, efsane olarak ifade ettiğimiz söylemler toplum içerisinde baskın olan dili belirler ve ona şekil vererek toplumsal aksiyon ve reaksiyonları etkiler (Bilgin, 2016). Söz konusu ayrıştırıcı dilin etkisinde kalan her birey bu korku mekanizmasından etkilenerek bilinçsiz bir önyargı inşa eder. Bu bağlamda iktidarın yaklaşımı devlet düzeninde uygulanan politikalara da yansır. Her ne kadar cinsel enfeksiyonlar söz konusu olduğunda HPV, frengi, bel soğukluğu, herpes gibi enfeksiyonlardan söz etsek de devlet tarafından korku kültürünün en baskın şekilde inşa edildiği enfeksiyon çoğunlukla HIV/AIDS’dir.

Türkiye’de HIV Politikaları

HIV pozitif teşhisi konulan ilk Türk hasta Murtaza Elgin’in ana akım medya tarafından maruz kaldığı damgalama ve ayrımcılık, HIV üzerinden oluşturulan ahlaki panik ve korku kültürünün Türkiye bağlamındaki en önemli vakasıdır. 1985 yılında manşetlerde “AIDS’li Murti” diye anılarak küçük düşürülmüş ve hasta mahremiyeti hiçe sayılmıştır. 1992’deki cenazesinde atılan bir manşette de “Murti, çamaşır suyuyla yıkanacak” denmiştir. Medya tarafından kolektif bir şekilde ayrımcı bir dil kullanılmış ve Murtaza Elgin’in tüm mahremiyetini hiçe saymak pahasına Türk toplumuna korku salınmıştır. Bu vakanın üzerinden yıllar geçse de kimi medya kuruluşları tarafından HIV söz konusu olduğunda benzer ayrımcı tutumlara halen rastlamaktayız.

Türkiye son yıllarda HIV/AIDS politikalarında oldukça yol kat etti. ‘’Pozitif Yaşam Derneği’’, ‘’AIDS ile Mücadele Derneği’’ gibi HIV/AIDS bağlamında farkındalık ve destek amaçlı STK’lar aktivizm faaliyetleri yürütmüşlerdir.  Her ne kadar psikolojik destek ve ilaç tedavisine erişim konusunda Türkiye gelişim göstermekte olsa da, söz konusu farkındalık ve bilinçlenme olduğunda yaratılan önyargı ve ayrımcılıklarla halen mücadele etmek zorunda kalıyoruz.  Ücretsiz testler, tedaviler ve psikolojik desteğe erişim sahibiyiz ama bu durumda bile kimi zaman doktorların ve hastane çalışanlarının ayrımcılığa dahil olduğunu gözlemlemek mümkün. Tedavi bağlamında gelişim gösterirken bir yandan da gruplar arası ayrımcılık ve önyargının arttığına tanık olmaktayız. Peki neden? Toplumumuzda hala cinselliğin tabulaştırılması ve HIV’in eşcinsellikle bağdaştırılıyor olması gibi çeşitli faktörler, psikolojik baskı ve ötekileştirmeye yol açmaktadır. Bu durum, HIV politikalarında kat ettiğimiz yolun önündeki aşılması zor ve başat engellerdendir. İnşa edilen bu korku kültürünü, HIV’in cinsel pratikler ile bulaşıyor olması da tetikliyor. Bu bağlamda tartışılması gereken asıl konu toplumun cinselliği özgür bir pratik olarak ele alarak yıllardır inşa edilen korku söylemleri yerine bilinçli, bilimsel dayanağı olan söylemler ile değiştirmesi olmalıdır.

Pozitif Yaşam Derneği’nin HIV farkındalığını arttırmak için tasarladığı görsel çalışma.

Söylemler ve HIV politikaları bağlamında Türkiye’de faaliyet veren Pozitif Yaşam Derneği’nin yürüttüğü aktivizm tam olarak da bu yeni söylem inşasının bir örneği olarak ele alınabilir. HIV pozitif bireylerin kamusal ve hukuki alanlarda haklarını savunup, farkındalık yaratan ve toplum içerisindeki ayrımcı tutumlara karşı savaş veren kuruluş, HIV hakkında birçok farklı mecrada farkındalığın artmasını sağlamış ve çeşitli negatif kodlamaların değişmesinde öncül olmuştur.

Yeni bir söylemin inşası mümkün mü?  

Yaratılan korkunun ana merkezi HIV’den ziyade, bu virüsün cinsel pratikler çerçevesinde yoğun olarak görülmesi ve toplumsal düzlemde cinselliğin bir tabu olarak işlenmesi olmuştur. Peki ya söz konusu toplumsal normlar olduğunda yeni bir söylem inşa etmek mümkün olabilir mi? Veyahut bu toplumun dayanağı olan sosyo-kültürel zemininin değiştirilmesi olarak mı algılanmalıdır? Her ne kadar konuya dair kültürel bağlamda inşa edilmiş katı normlar olsa da, değinmek istediğimiz nokta toplumun sosyo-kültürel çerçevesi dışına çıkarak Türkiye’nin HIV/AIDS karşısındaki tutumuna bilimsel bir yaklaşım içerisine girmesidir. Yeterli bilinçlendirme ve önyargılardan sıyrılmış bir tutum konuya daha tarafsız ve sağlıklı bir bakış açısı getirebilir.

HIV hakkında 1980’lerden beri inşa edilen  belirli söylemlerin toplumsal düzlemdeki güç dengelerini kurduğu yadsınamaz bir gerçek. Bu güç dengesini yıkmak ve yeni bir söylem inşa etmek için de kolektif hareket edip, pasifize edilen objeler olmaktan çıkıp aktif özneler haline gelinmesi ve HIV hakkında oluşturulan ezici ve dışlayıcı söylemlerin yıkılması şarttır (Gilder, 1989). Toplumsal düzlemde yer alan bu negatif kodlamalar ve söylemler birer domino taşı etkisi yaratarak toplumun her katmanını etkilemektedir.  Gerek iktidarın söylemleri, gerek sosyal medyada tartışılan vakalar olsun, HIV üzerinden yürütülen beden politikalarına karşı birlikte durulması ve iktidarın empoze ettiği kalıpları yıkarak bireylerin özgürleşmesi, bizi varmak istediğimiz noktaya götürecektir.

Toplumsal düzlemde beden üzerinden kurulan tahakküm ve söylemler dolayısıyla korku kültürü ve damgalama gibi kavramları, HIV ve diğer cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar perspektifinden ele almamız mümkün kılınmaktadır. Ayrımcılığa yol açan birçok unsur, söylemler aracılığıyla inşa edilmekte ve söz konusu azınlık bir grup olduğunda bu söylemler,  damgalamak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bireyler olarak bizlerin atması gereken temel adım, bedenlerimiz üzerinden kurulan bu mekanizmaların farkında olup onları yıkmak ve kendi öznelliğimizi katarak yeniden inşa etmektir. Bedenin özgürleşmesi ve politik anlamda arınması da HIV politikalarında yürütülen aktivizm gibi iktidarın ahlakçı ve ayrımcı diskurlarına meydan okumakta gizlidir.

***

Canberk Noyan Harmancı / Pozitif Yaşam Derneği Yönetim Kurulu Üyesi / Röportaj

Toplumsal düzlemde cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar üzerinden bireylerin damgalanmasına karşı nasıl bir yol izlenmeli? STK’lara ne gibi sorumluluklar düşüyor?

Cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlara dair damgalamanın kaynaklarını ve argümanlarını anlamak ve buna göre uygun faaliyetleri gerçekleştirmek gerekli. Bu argümanlar bazen enfeksiyonun geçiş yöntemi olan cinsel pratik olurken bazen yanlış bilgi bazen de tamamen kişilerin kendini koruma refleksi olabilir. Bu sebeple grupların tutum ve davranış pratiklerini incelemeli ve her grup için farklı yöntemler geliştirmeliyiz. Eğer damgalamanın kaynağı cinselliğin özellikle evlilik bağı bulunmayan kişiler arasında özellikle eşcinseller arasındaki cinsel pratiğin tabu veya norm dışı olması kabulünden kaynaklanıyorsa bu grup için cinselliğin daha hayatın bir parçası olduğu, kişiler ve duvarlar arasında kalmaması gerektiği ve konuşulabilir olduğu söylemi üzerinden çalışmaya başlamak gerekir. Yanlış bilginin neden olduğu damgala için eğitim kurumları başta olmak üzere arkadaş grupları ve akranlar arasında, medyada kültür sanat ürünlerinde ve kanaat önderlerinin söylemlerinde güncel bilginin topluma iletilmesi önemli bir rol oynayacaktır. Damgalama, beraberinde gelen ifşa ve ayrımcılık eylemleri bazen de bu tutum ve davranışları sergileyen insanların virüsün kendilerine de bulaşması riskinden duydukları korkudan kaynaklanır. Bu grup içinde geçiş yolları ve korunma yöntemleri üzerine yoğunlaşan bir farkındalık faaliyeti sürdürülmesi gerekir. Ortak olan nokta kaynak ne olursa olsun multidisipliner ve çok paydaşlı bir mücadelenin verilmesi gerekir.

Toplum içerisinde HIV/AIDS üzerinden yaratılan korku kültürü nasıl inşa ediliyor? Medyada nasıl bir temsil söz konusu?

Bu kültürün inşasını anlamak veya inşa edildiği gerçekliği kavrayabilmek için mutlaka 1980’li yıllara ve o yıllarda verilen tepkilere bakmak gerekir. Nasıl bulaştığının net olarak bilinmediği ve neredeyse karşılaşan tüm insanların öldüğü günlerde küresel bir halk sağlığı sorunu olarak duyurulan enfeksiyona karşı toplumu koruyabilmek için radikal söylemler geliştirilmiştir. Enfeksiyonun ileri etkilerinin ortak cinsel yönelime sahip bir grup arasında sıkça görülmesi, o dönemdeki homofobik siyasi söylemin toplumsal algıyı yönetmesi bu kültürün inşasında önemde taşlardan olmuştur. Bir enfeksiyon var, nasıl bulaştığını bilmiyorsunuz ve karşılaşan herkes ölüyor. Korkmamanız elinizde olmaz. Bugün ülkemizde benzer ölçüde bir ebola salgını olsa sizler dahil hepimiz bir korku içerisine gireriz. Önemli olan bu korkuyu gerçeklerle yönetebilmek ve en insancıl önlemlerle karşılaşma ihtimalini azaltmak ve güven ortamı yaratmaktır.

HIV enfeksiyonuna dair bu güven ortamı bilimsel gelişmelerle artık yaratılmış durumda. Enfeksiyonun nasıl bulaştığını nasıl bulaşmadığını çok net biliyoruz, korunma yöntemleri mevcut ve kullanıldığında bulaş durduruluyor. Öyle ki HIV tedavisi alan kişiler artık korunma yöntemi kullanmasalar dahi virüsü bulaştıramıyor (bkz B=B, Belirlenemeyen = Bulaştırmayan), çok etkili tedavilerle insanlar olağan yaşam sürelerini sağlıklı bir birey olarak yaşıyor.  Burada aklımıza gelen soru tüm bu gelişmelere rağmen 1980’lerin bilinmezliği içinde inşa ettiğimiz korku kültürü neden yeniden üretilip servis ediliyor veya yaygınlaştırılıyor? Hacettepe Üniversitesi ve Başkan Üniversitesinin ortak hazırladığı farkındalık araştırması sonuçlarına göre Türkiye’de yaşayan bireylerin %77’si HIV hakkında herhangi bir bilgiye sahip değil. Yani bir güvenli alan var ama bundan haberimiz yok. Bu bilgisizlik bir yandan HIV ile yaşayan kişilere yönelik damgalama ve ayrımcılığı beslerken diğer yandan toplumun tümünü enfeksiyona karşı savunmasız kılarak yayılımın artmasına neden olur. Yani enfeksiyonla mücadelede iki cephede de kaybetmiş oluyoruz.

Medya bu mücadelenin neresinde sorusunu biraz sosyal bir betimlemeyle cevaplamak isterim. Enfeksiyonun ilk yıllarından itibaren Türkiye medyası ve popüler kültür içerik üreticiler sürekli kendi kalemize başarılı penaltılar atıyor. Bu döngünün bugününü tabi medya kuruluşlarının gerçekliklerini göz ardı ederek yorumlayamayız. Bir ticari ve siyasi kaygı içinde kalem oynatan medya kuruluşlarının herhangi bir haberinde tarafsızlığına ne kadar güvenebiliriz? Gazetecilik ve habercilik mesleği gerçekten ehil kişiler tarafından mı icra ediliyor? Bu sorunsallar içerisinde kulaktan dolma bilgileri veya doğruluğu sorgulanmamış kaynakları yazı veya ürünlerine taşıyan, bilimsel gerçekliğin normalliği yerine bilinmeyen zamanların şehir efsanelerinin reyting değerini önemseyen bir medya ve popüler kültür içerik üreticileri ile karşı karşıyayız.

Türkiye’de HIV/AIDS politikalarında ne kadar yol kat edildi? HIV pozitif bireylerin hak ihlallerinde nasıl bir yasal süreç takip ediliyor?

HIV /AIDS alanında kat edilen mesafe etmemiz gerekenin yanında oldukça geride kalıyor. Fakat bu ilerlemeyi izleme fırsatımız olacağı 5 yıllık bir süreç içerisindeyiz. Sağlık Bakanlığı’nın üzerinde uzun yıllar çalıştığı ve sivil toplumdan akademisyenlere kadar çok paydaşlı ve çözüm odaklı ilerlettiği bir kontrol programı bu yıl sonunda resmi olarak yayınlandı. Bu program 2019 – 2024 yılları arasında HIV enfeksiyonunun önlenmesi, farkındalığın arttırılması, damgalamanın önüne geçilmesi için gerçekleşmesi gereken eylem adımlarını ve kimlerle icra edileceğine yer veriyor. Bu program çerçevesinde sivil toplum, akademisyenler ve kamu kurumları olarak münferiden ve müştereken yapacağımız faaliyetlerin çıktılarını değerlendirerek ne kadar yol kat edebildiğimizi veya bu programı uygulama ve enfeksiyonu kontrol altına alma konusunda ne kadar samimi olduğumuzu göreceğiz.

2019 yılı için konuşmak gerekirse ülke genelinde genel sağlık sigortası kapsamında tedavilere ücretsiz erişim sağlanıyor, takip ve tedavi merkezleri sayısı ve alanda çalışan hekim sayısı yükseliyor. En modern ilaçlar HIV ile yaşayanların erişimine açılıyor. Tedavi ve tedaviye erişim konusunda kendi sınıfımızdaki ülkelerden daha ileri olduğumuz tartışmalı olacak olsa da söylenmelidir. Ancak önleme çalışmaları, farkındalık, kilit nüfus gruplarına yönelik özelleşmiş ihtiyaçların karşılanması, damgalama ve ayrımcılığın engellenmesi ve buna yönelik mevzuatın hazırlanması konularında sınıfta kaldık. Daha bu yıl 1 Aralık Dünya AIDS Günü kapsamında korunmanın partnerin beyanından bağımsız olarak sağlanması gerektiğine ve kimsenin sağlık statüsünü açıklamaya zorlanamayacağını ifade eden “HIV statümü paylaşmak zorunda değilim” içerikli sosyal medya paylaşımı üzerine kurumlara ama aslında onlar üzerinden HIV ile yaşayan bireylere yönelik bir linç kampanyası başlatıldı. Çağ dışı bilgiler ve şehir efsaneleri üzerinden HIV ile yaşayan bireylerin izole edilmesi vb. söylemler ismi başında Av., Dr., olan ve enfeksiyona dair zerre bilgisi olmadığı anlaşılan kişiler tarafından paylaşıma girdi. Öyle ileri gitti ki HIV ile yaşayan kişilerin yakılması gerektiğini yazan dahi oldu. İşte bu toplum olarak HIV ile mücadelede nerede olduğumuzun en güzel örneği.

Pozitif Yaşam Derneği olarak 16.12.2019 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına bu paylaşımlar hakkında suç duyurusunda bulunduk. Savcılık soruşturması veya kavuşturmadan bir beklentimiz olmamasına rağmen bu girişim Türkiye Cumhuriyeti yasalarının bugünün en fazla ayrımcılık mağduru olan HIV ile yaşayan bireylerin haklarını savunmaktan ne kadar uzak olduğunun göstergesi olacak ve yeni bir savunuculuğun yolunu açacak.

HIV pozitif bireylere yönelik toplum içinde var olan ayrımcı söylemlerle nasıl mücadele edebiliriz? Yeni bir söylem oluşturmak mümkün mü? 

Aslına bakarsanız bizler 2017 yılı 1 Aralığında bunun için bir kampanya başlattık. AIDS demekten vazgeç, HIV’i HIV ile anlatalım. 1980’lerden bugüne kadar üzerine türlü damgalayıcı ve ayrıştırıcı anlamın atfedildiği ve 1990’lardan itibaren aslında enfeksiyonu anlatmayan AIDS kavramını kullanarak üzerine atfedilen ön yargıları yeniden üretmek yerine, henüz kullanmadığımız ve dahi anlamını bile bilmediğimiz ve enfeksiyonun asıl adı olan HIV üzerinden farkındalığımızı arttıralım.

Kaynakça

Arpacı, M. (2016). Foucault, Biyopolitika ve Biyotarih: Tarihsel Çalışma Alanları Olarak Tıp, Beden ve Nüfus. Vira Verita.

Bilgin, R. (2016). Geleneksel ve Modern Toplumda Kadın Bedeni ve Cinselliği. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 26, Sayı:1. .

Foucault, M. (2001). The Birth of Social Medicine.

Furedi, F. (1997). Korku Kültürü. New York: Continuum .

Gilder, E. (1989). The Process of Political Praxis: Efforts of the Gay Community to Transform the Social Signification of AIDS. Commonication Quarterly, Vol. 37, No. 1, 27-38.

Gipser, D. (2009). Sick, Old and Handicapped: Waste or Treasure of Society? K. B. Anton Pelinka içinde, Handbook of Prejudice (s. 138-139). New York: Cambria Press.

Goffman, E. (2014). Damga: Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar. Ankara: Heretik Yayıncılık.

Samuel, L. (2017, Ekim 24). Why do we call it that? Backstories of Seven Diesases Names. Aralık 12, 2019 tarihinde STAT: https://www.statnews.com/2017/10/24/etymology-disease-names/ adresinden alındı

Simten Malhan, S. Ü. (2017). HIV/AIDS Farkındalık Raporu. Ankara.

Sontag, S. (1978). Illness as Metaphor. New York: Farrar, Straus and Giroux.

Sontag, S. (1989). AIDS and Its Metaphors. New York: Farrar, Straus and Giroux.